Bilindiği üzere tam bir deprem ülkesi olan ülkemizde, depreme dayalı durumsal farkındalığın oluşturulması ve geliştirilmesi amacıyla 1-7 Mart tarihleri “Deprem Haftası” olarak anılmaktadır.  Yani geçtiğimiz haftanın deprem hastası olması sebebiyle birçok etkinlikler, söyleşiler, programlar vs. yapıldı. Bunlar güzel ancak şunu tırnak içerisinde ifade etmek istiyorum: “Bir gecede 50 bin kişiyi toprağa verdiğimiz bir gerçek bizde, vicdanımızda ya da sağduyumuzda bir farkındalık meydana getirmiyorsa zaten tek kelime için adenozin trifosfat tüketmeye lüzum yok”.
1999 Gölcük depremi olduğunda yaşım henüz çok küçüktü. Deprem ve orada yaşanan şeyler hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Şu soruyu içten içe soruyordum. “İnsanlar en güvenli oldukları yerdeyken, evlerindeyken bu deprem denen şeyin yaptığı reva mıydı?” Evet o dönem bu durum bende kısa bir süre travma meydana getirdi ama insanoğlu çabuk unutuyor. Aradan geçen yıllarda 2011 yılında Van, 2020 yılında Elâzığ ve İzmir’de deprem gerçeği yine sahnedeydi. 2023 yılının şubat ayına geldiğimizde ise artık deprem gerçeği asrın felaketi olarak adından söz ettirecekti tüm soğukluğuyla. Aslında eşya tabiatını icra ediyordu ya da tabiat kendi dilince konuşuyordu. Peki sorun tam olarak neydi?
6 Şubat Kahramanmaraş depreminden sonra benim de teknik olarak bölgeyi inceleme fırsatım oldu. Bununla birlikte henüz depremden birkaç yıl önce gidip gezdiğim, kaybolduğum o sokakların kaybolduğunu gördüğümde kendi kendime bir söz verdim. O sokaklarda güneş etkisini yitirirken gidecek bir yerim olmadığını hissedip, neyse sadece birkaç gün tesellisine sığınırken, gözüme ilişen bir kız çocuğunun gidebileceği her yeri kaybettiğini düşündüğümde kendi kendime bir söz verdim. Bu ülkede bir deprem gerçeği var unutmamalı ve unutturmamalısın! Bu vesile ile bugün ki yazımı deprem konusunda ele almak istedim. 
Teknik manada üzerinde gezdiğimiz yer kabuğunu meydana getiren levhaların birbirlerine göre izafi hareketleri neticesinde meydana gelen sarsıntı depremi ifade etmektedir. Ülkemiz coğrafyasının büyük bir bölümünün içerisinde bulunduğu Anadolu levhası, Avrasya, Arap ve Afrika levhaları tarafından kuşatılmış olup bu levhaların birleşim noktalarında Kuzey Anadolu Fayı, Doğu Anadolu Fayı gibi önemli fay zonları yer almaktadır. Bu fayların özelliği diri olmaları ve zaman zaman 7 büyüklüğünde ve daha büyük deprem üretme potansiyeline sahip olmalarıdır. Hal böyle olunca ülkemiz deprem geçmişinin pek aydınlık olmadığını söylemekte haksız sayılmayız. 
Geçmişi değiştiremeyiz ancak söylenecek, konuşacak ya da yapacak ne varsa geleceğe dair olmalı. İvedilikle… Dediğim gibi aslında tabiat kendi dilince konuşuyor. Peki biz bu dili ne kadar anlıyoruz. Bu noktada depremler karne gibidir. Elimize aldığımızda ne anladığımızı ya da ne kadar anladığımızı da görmüş oluyoruz. 
Prof. Dr. Naci Görür hocayı bilirsiniz… Deprem konusunda konunun uzmanı olarak çok sık gündeme geliyor ve gerçekten bu konudaki ciddi uyarıları ile çaba sarf ediyor. Geçtiğimiz ay yeni bir kitabı yayınlandı hocanın. “Beklenen İstanbul Depremi” başlığı ile… Evet 17 milyonluk nüfusa ev sahipliği yapan mega kentin deprem – bugün 10 yaşındaki bir çocuk bile bu konu hakkında bilgiye sahip – tehdidi altında olduğuna ve görebileceği zarara dair bilimsel yaklaşımla kamuoyunu bilgilendirmeye devam ediyor. Kitapta çok çarpıcı istatistikler ve çarpıcı bilgiler yer alıyor. Örneğin kitapta fay hattının yerinin harita üzerinde değiştirildiğine dair bir bilgi yer alıyor. Buna gülmek mi ağlamak mı gerek herkesin vicdanına bırakırken tabiatın dilini anlama noktasında oldukça önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Hoca kitabında jeolojik kaidenin sismik boşlukların muhakkak bir deprem ile doldurulacağını ve Marmara’da (İstanbul) yaklaşmakta olan – bu bölgedeki fayın deprem üretme periyodunu da dikkate alarak – bir depremi hatırlatıyor. Geçtiğimiz yıl bir vesile ile İstanbul’a gittiğimde Bomonti taraflarında bir otelde konaklamıştım. Otelin penceresinden bakarken biri diğerinin sırtına çıkmış gibi hissettiren binaları görünce içimden şöyle geçmişti: “Eğer deprem şu an olsa, ölmezde sağ kalırsam ne olur acaba?” Bu düşünce bile benim tahayyül sınırlarımı aşmaya ziyadesiyle yetmişti. Kahramanmaraş depremlerinin hemen ardından yine olası Marmara depremine ilişkin İstanbul’da Prof. Dr. Celal Şengör gibi isimlerin de katıldığı bir konferansta İstanbul’da 1999 öncesi inşa edilen yaklaşık 780 bin yapı stoku olduğuna dair bir bilgi çok dikkatimi çekmişti. Bunun ne anlama geldiğini biraz teknik bilgisi olan herkes çok iyi anlayacaktır. 
Tarihi kayıtlar Türklerin İstanbul’u fethettikten sonraki dönemde bu bölgede çok sayıda deprem yaşandığını, bunlardan 1509, 1719, 1766 ve 1984 yıllarında meydana gelenlerinin diğerlerinden yıkıcı sonuçları olduğunu göstermektedir. Tabiatın bugüne kadar söylediklerinden hareketle bugün Marmara’nın (İstanbul) büyük bir tehdit altında olduğu artık su götürmeyecek bir gerçektir. Her geçen gün dere, bataklık, tarım arazisi demeden ortaya çıkan büyüme ciddi sonuçlar barındırmaktadır. Bu sebeple depremin olmadığı her günü fırsat bilerek fert fert tabiatın sesine kulak vermek zorundayız. Ben İstanbul’dan başlamak üzere Marmara’nın boşaltılması gerektiği kanaatindeyim. Bunu yapmanın bir gazete köşesinden söyleyecek kadar basit ya da gerçekçi olmadığını ben de biliyorum ancak en azından o bölgeye olan göçü durdurabilmeyi kar saymak gerek. Sanayi yatırımlarının Anadolu’nun daha güvenli ve boş alanlarına kaydırılması, güçlü, hızlı ve limanlarla entegre demiryolu yatırımlarının önceliğe alınması bana göre en hızlı çözüm yolu gibi. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Önlemeye ödemek diğer türlüsünden çok daha ucuzdur kanaatimce. 
Son söz olarak tabiatın dilini anlayıp ona göre amel edilmesi noktasında herkesi bir kez daha üzerine düşeni yapmayı düşünmeye davet ediyorum. 
Selamların en güzeli ile…