Şöyle bir dönüp baktım da maziye ilk defa sizlerle 2023 yılının yine bu Ağustos ayında buluşmuşuz. 
Kelimelerden bir portre çizmişim. O zamandan bu zamana bir takvim koçanını daha rafa kaldırmışız. Bir yıl daha düşmüşüz ömür sermayesinden. Çok kısa bir zaman gibi görünse de aslında, saatlere, dakikalara hatta saniyelere böldüğümüz şu zamanları düşündüğümüzde aslında epey uzun bir zaman olduğunu anlayabiliyoruz. 
Geçenlerde Eskişehir’den bir vesile ile geçerken, çok yakın zamanda buradan yine geçmiştim diye düşündüm. Sonra ne için geçtim sahi ben buradan diye kendimi sorgularken aslında “çok yakın zaman” diye anımsadığım zamanın tam bir yıl öncesi olduğunu hatırladım. 
Zira yakın zamanda Eskişehir’e hiç yolum düşmemişti. Demem o ki sevgili okur, tam bir yıl önce büyük bir heyecanla yazmaya başladığım bu köşede bugün sizlere 42. yazımı yazıyorum. 
Bugün ki yazımın bir farkı var zira haftaya tekrar buluşmak üzere diye bir temennisi yok. Çünkü bu bir veda yazısı. Hoşça kal diyemeden bir akşamüzeri çekip gidenlerin dünyasında, bu köşeye, sizlere ve daha birçok şeye veda… Evet ben veda ediyorum. Çünkü vedalar güzeldir. Çok sevdiğim bir söz var. Eğer kimse sahiplenmezse bana ait… “Ve bir gün son kez ufka baktığında, bilmeyeceksin” diye.
Çok doğru sevgili okur, bir gün bir ufka bakarsın ama bilmezsin o bakışın son bakış olduğunu. İlk günden itibaren satır satır beni okuyan çok sevgili dostlarım oldu. Mesela onlardan birisi şu sıralar Hollanda’da olsa gerek. Yolu ve bahtı açık olsun. Bunun dışında bilmediğim belki hiç tanımadığım okurlarım da olmuştur. Onlara da selam olsun. Yazmak derken; kendi düşün dünyam, gözlemlerim, anılarım bazen de sitemlerim… Şimdi ise hepsine veda ediyorum. Çünkü artık hicret ediyorum. Kendime hicret… İçimde çok büyük kavgalar vererek sevgili okur… Kavgalarımı en iyi temsil edecek sözler 1860 yıllardan geliyor. F. Dostoyevski Budala eserinde şöyle izah ediyor: 
“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde  durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: "Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?" Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor...”
Yapılan bu tespitler üzerinden en az 150 yıl geçmiş olsa da bugün ben de hala aynı şeyleri düşündüğümü görüyorum. Ancak “çok konuşanı az dinlemek gerek” sözünün esrarını dikkate alarak konuşacak, yazacak, söyleyecek ne varsa geride bırakıp gidiyorum. 
Sözlerime Üstad Necip Fazıl’ın şu satırı ile nokta koyuyorum efendim. 
Hoşçakalın…
Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!